Ertugay F., Akkuş K.(Yürütücü)
TÜBİTAK Projesi, 2014 - 2015
Sivil
toplum, en genel anlamıyla gönüllü, kendi kendini yaratan, kendi ayakları
üzerinde duran, hukuksal bir düzenle ya da bir ortak değerler kümesiyle
sınırlı, devletten özerk, örgütlü toplumsal yaşam alanı olarak
tanımlanmaktadır. Sivil toplum, devletle birey arasındaki müzakere ve
birleşmenin zorlama ve kısıtlama olmaksızın gerçekleştiği bir ara alan olarak da
tanımlanmaktadır (Yıldırım, 2005; Köker, 2004; Yıldırım, 2003; Abay, 2009; Özer,
2008). Fransızca-Latince kökenli olan “civil” kelimesinin anlamı vatandaşlara
ilişkin olan, vatandaşlar topluluğuna, onların yönetimine veya birbirleriyle
ilişkilerine yönelik olan, bir şehirde yaşayanlara göre olan, kırsal ya da köy
yaşamına ilişkin olmayan, askeri ya da dini olmayan, medeni, uygar, kibar,
görgülü anlamında kullanılmaktadır (Çopur, 2009). Ancak bu kelimenin “toplum”
kelimesi ile birleşerek “sivil toplum” şeklinde kavrama dönüşmesi bazı
toplumsal ve siyasal hareketlere bağlı olarak gerçekleşmiştir. Sivil toplum,
toplumsal bir yaşam biçimi olarak nitelendirilmektedir (Çaha, 2005).
Bununla
birlikte “sivil” kelimesinin “toplum” kelimesi ile birleşerek “sivil toplum”
şeklinde kavrama dönüşmesi, bazı toplumsal ve siyasal hareketlere bağlı olarak gerçekleşmiştir.
Bu bağlamda 17. ve 18. yüzyıllardan sonra sivil toplum kelimesi ”doğa” durumundan
“uygarlık” durumuna geçme anlamında kullanıldığı gibi, bir şehirli gereksinimi
olarak hürriyet, hak ve yükümlülükleri ifade eden bir kavram olarak da
kullanılmaya başlanmıştır. Ancak bugün artık “sivil toplum” kavramı “askeri
yönetimden arınmış toplum” anlamında kullanılmadığı gibi “asker olmayan toplum”
ya da “askerliğe karşı toplum” anlamlarına da gelmemektedir (Abay, 2015).
Sivil
toplum kavramına özellikle de modern dönemin birçok düşünürü önemli katkılar sunmuştur.
Sözleşmeci düşünürlerden Hobbes, sivil toplum ile siyasal toplumu aynı anlamda
kullanırken, Locke, devleti Hobbes’da olduğu gibi mutlak egemen bir güç olarak
görmez. Devleti, toplumun amaçlarını gerçekleştirmek için oluşturulmuş bir araç
olarak görür. Rousseau ise toplumsal sözleşme yapıldıktan sonra bireysel
iradenin genel irade içinde kaybolacağını ve genel iradenin ortaya çıkması ile
siyasal toplum (devlet) ve sivil toplumun birlikte doğacağını iddia eder.
Çatışmacı teorinin önemli düşünürlerinden Hegel, devleti aşkın bir örgütlenme
olarak görür ve devleti kutsallaştırmakla birlikte, sivil toplumun devlet dışı
bir alan olmasına vurgu yapan ilk düşünür olma özelliğine de sahiptir. Marx ise
sivil toplumu devletten bağımsız olarak düşünmekte ancak devleti topluma
bağımlı görmekte ve sivil toplumun da burjuva toplumu olduğunu iddia ederek zamanla
burjuva sınıfı ortadan kalkacağı için devlet de ortadan kalkacaktır”,demektedir.
Gramsci’nin görüşlerine gelince; Gramsci, Hegel ile Marx’ın ortasında bir yerde
durarak sivil toplum ile devleti (siyasal toplumu) barıştırmayı amaç edinen bir
yaklaşım sergilemektedir. Gramsci, sivil toplum ile siyasal toplumun birbirine
karıştırılmasının devleti putlaştıracağını iddia ederek devleti bir zorba gibi
görmemek gerektiğini, devletin bir ikna edici yönünün de olduğunu kabul
etmektedir. Sivil toplumu sadece ekonomik ilişkiler ağı olarak görmeyen
Gramsci, sivil toplumun, devletin ideolojik ve kültürel hegemonya alanında
olduğunu ve sivil toplumu bu alana denk düşerek devletin bir parçası olarak
görmek gerektiğini ve devletin ikna edici rolü ile de siyasal toplumun zamanla
sivil toplum içinde eriyerek devletin de ortadan kalkacağını ve demokratik
sosyalizmin gerçekleşeceğini öngörmektedir (Abay, 2015). Bu bağlamda, sivil
toplum kuruluşları, toplum yararına çalışan ve bu yönde kamuoyu oluşturan, kâr
amacı gütmeyen, sorunların çözümüne katkı sağlayarak çoğulculuk ve katılımcılık
kültürünü geliştiren, demokratik işleyişe sahip, bürokratik donanımdan yoksun
ve gönüllü olarak bir araya gelen bireylerden oluşan örgütler olarak tanımlanabilmektedir.
Çalışmaları ise, gönüllülük esasına dayanır (Özalp 2008).
Kadının
toplum içinde üstlendiği roller, kız ve erkek çocuklarının yetiştirilme
şekilleri, siyasetin erkeklere özgü bir alan gibi görülmesi, kadınların siyasal
ilgi ve bilgi eksikliği gibi nedenler, bu sonucun ortaya çıkmasında oldukça
etkilidir. Cinsler arası rol farklılıklarına bağlı olarak ve toplumun
bekleyişlerine de uygun bir biçimde kadınların aile ve ev dışı yaşam için
gerekli olan eğitim girişkenlik vb. türünden niteliklere erkeklere oranla daha
az sahip olması beklenebilir. Bu ise kadınların siyasal beceri ve olanaklarının
erkeklere oranla daha az olduğu anlamına gelmektedir. Görüldüğü üzere
kadınların toplumsal roller dışına pek çıkmaması, onları siyasal hayattan uzak
tutmaktadır. Klasik bir yorumla, toplum tarafından erkek çocuğun eline oyuncak
araba, kız çocuğuna ise bez bebek verilerek büyütülmesi toplumsal hayatta
kadını özel erkeği ise kamusal alana itmiştir (Kışlalı 2003: 224). Her ne
kadar, Türkiye’de kadına dönük faaliyetlerde bulunan az sayıda sivil toplum
örgütü bulunsa da, genel olarak bakıldığında hem doğrudan kadınlara dönük
etkinliklerde bulunan sivil toplum örgütlerinin sayısı az olduğu gibi, başka
alanlarda faaliyetlerde bulunan sivil toplum örgütlerindeki kadın etkinliği de
yeterli düzeyde değildir. Kaldı ki, yapılan alan çalışmaları kadınlarla ilgili
pek çok farklı sorun alanlarına da işaret etmektedir (Çaha, Aydın ve Çaha, 2014;
Yıldırım, 2001). Bu noktada STK’lara cinsiyet açısından bakıldığında; bir kısmı
erkek ve kadınların birlikte yer aldığı (karma), bir kısmı kadınların, bir
kısmı sadece erkeklerin, bir kısmı da salt eşcinsellerin oluşturduğu
örgütlerdir (Baydemir, 2009).
Kadın örgütlerinden Uçan Süpürge’nin 2003 yılı verilerine göre
Türkiye'de 2003’de kadın örgütü sayısı 311 iken, 2005 Ağustos'una gelindiğinde
bu sayı 473'e çıkmıştır. Dolayısıyla son yıllarda kadın örgütlüğü alanında bir
artış olduğu söylenebilir (Baydemir, 2009). Ancak genel olarak bakıldığında kadınlar,
toplumsal-siyasal yaşamda yer alabilmek, örgütlenebilmek için kendine güvenme,
politika oluşturma, bu sürece hazırlanma, mücadele edebilmek için gerekli
donanım ve deneyime sahip olabilme açısından erkeklere göre daha geri bir
noktadan başlama durumunda kalmaktadırlar. Bu da kadınlar için büyük bir
olumsuzluktur (Baydemir, 2009). Bu durum metropoller açısından böyle olmakla
birlikte, taşra bağlamında değerlendirildiğinde nasıl bir durumun ortaya
çıkacağı daha da önem arz etmektedir. Zira metropol şehirler dışındaki
kentlerde kadınlara yönelik sivil toplum örgütleri ile diğer sivil toplum
örgütlerindeki kadın etkinliğinin boyutlarını ölçen çalışmalar çok az
sayıdadır. Bu anlamda İç Anadolu’nun en büyük kentlerinden biri olan Kayseri’de
sivil toplum örgütlerindeki kadın etkinliğinin incelenmesi hem söz konusu durum
hakkında birinci elden verilerin elde edilmesi açısından, hem de literatürdeki
bir boşluğu doldurmaya katkı sunması açısından önem arz etmektedir.