1. INTERNATIONAL MTSKHETA SCIENTIFIC RESEARCH AND INNOVATION CONGRESS GEORGIA, Mcheta, Gürcistan, 25 - 26 Ocak 2025, ss.20, (Özet Bildiri)
Coğrafi olarak Batı, genellikle Avrupa kıtasını ifade ederken, sosyolojik bakış açısıyla Amerika Birleşik
Devletleri de bu kavramın kültürel ve siyasi anlamda bu yapının içinde kabul edilir. Coğrafi keşiflerle başlayan
süreçte Avrupa devletleri, özellikle Güney Amerika’yı hedef alarak geniş çaplı sömürgecilik faaliyetlerinde
bulunmuş ve kıtanın doğal zenginliklerini kendi çıkarları doğrultusunda kullanmıştır. Yaklaşık 250 yıllık tarihi
olan ABD, bu konuda deyim yerindeyse rakipsiz konumdadır. I. ve II. Dünya Savaşlarının temelinde de Batı
dünyasının sömürgeciliği ve zorbalığı yatmaktadır. Hatta bu süreç çok daha eskilere dayanmakta ve Haçlı
Seferleri ile başlamaktadır. İkinci dünya Savaşı’ndan sonra dünyanın iki kutuplu hale gelmesi; bir yanda
kapitalizmin mabedi ABD, diğer yanda sosyalizmin mabedi dönemin SSCB’si arasında ideolojiye dayalı
hegemonik mücadeleyi de beraberinde getirmiştir. Uzun yıllar Soğuk Savaş adı verilen ideolojik üstünlük
kurma mücadelesinden SSCB’nin 1991 yılında dağılmasıyla ABD galip ayrıldı. Soğuk Savaş olarak bilinen ve
uzun yıllar süren ideolojik ve jeopolitik rekabetin ardından 1991’de SSCB’nin çöküşüyle ABD, tek süper güç
olarak dünya sahnesinde belirgin bir üstünlük elde etmiştir. Ve sürecin sonunda kazanan kapitalizm olmuştur.
Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle ortaya çıkan tek kutuplu dünya düzeninde, ABD’nin mutlak üstünlüğü,
beklenildiği gibi istikrarlı bir güvenlik ortamı yaratmamış, aksine yeni güç merkezlerinin yükselişi ve terör gibi
küresel tehditlerin ortaya çıkmasıyla birlikte yeni güvenlik zorlukları doğurmuştur. Çünkü ABD’nin, düşmansız
bir dünyada ontolojik varlığını sürdürebilmesi ve hedeflerine ulaşabilmesi zordu. Güçlü bir düşmanın varlığı,
her zaman dünyayı ve iç kamuoyunu şekillendirmek açısından büyük bir tehdit unsuru olarak kullanılmaktaydı.
O halde ABD’ye yeni bir düşman/öcü gerekliydi. Ne tarihsel rastlantıdır ki (!) SSCB’nin dağılmasından sadece
iki yıl sonra Samuel Huntington tarafından “Medeniyetler Çatışması” tezi dolaşıma sokuldu. Kendince yaptığı 8
medeniyet kategorisinden biri İslam Medeniyeti idi. 11 Eylül 2001 İkiz Kuleler saldırısının El Kaide’ye ihale
edilmesi aranan düşmanı ortaya çıkarmıştı. Yeni düşmanın adı İslam coğrafyası ve Müslümanlardı. İdeolojik
mücadele 1000 yıllık geçmişe sahip dinler arası mücadeleye dönüştürüldü. Bugün Ortadoğu başta olmak üzere
yaşanan savaşların, istikrarsızlığın, kan ve göz yaşının özeti budur.
Abstract
Although the geographic connotation of the
West is predominantly linked to the European continent, a sociological lens
reveals the United States as a significant cultural and political embodiment of
this concept. The Age of Exploration marked the onset of widespread European
colonialism, with South America as a primary target. These colonial powers
exploited the continent’s rich natural resources to further their own economic
and political interests. With approximately 250 years of history, the United
States holds an unparalleled position in this regard. The First and Second
World Wars were, in part, fuelled by the Western world’s colonial endeavours
and power dynamics. Indeed, these roots can be traced back even further to the
Crusades. The post-World War II era witnessed the emergence of a bipolar world,
characterized by a Cold War between the United States, often seen as the bastion
of capitalism, and the Soviet Union, representing the socialist bloc. Following decades of ideological rivalry,
known as the Cold War, the dissolution of the Soviet Union in 1991 marked a
decisive victory for the United States. The protracted ideological and
geopolitical competition that characterized the Cold War culminated in the
collapse of the USSR, leaving the United States as the sole superpower on the
global stage. Ultimately, capitalism emerged as the victor of this ideological
struggle.
The unipolar world order that emerged following the end of the Cold War, characterized by the United States’ absolute dominance, failed to produce the anticipated stable security environment. Instead, the rise of new power centres and the emergence of global threats such as terrorism have created novel security challenges. The ontological security of the United States has often been contingent upon the existence of an adversary. A formidable enemy has traditionally been instrumental in shaping both domestic and foreign policy, providing a rationale for various actions. Consequently, a new adversary was required for the United States. As if by historical coincidence, just two years after the dissolution of the Soviet Union, Samuel Huntington introduced the thesis of the ‘Clash of Civilizations’. Among his eight categories of civilizations, Huntington included Islamic Civilization. The 9/11 attacks, blamed on Al-Qaeda, provided a tangible embodiment of the desired enemy. The new adversary was defined as the Islamic world and its adherents. The ideological conflict was recast as a millennia-old religious struggle. The wars, instability, and human suffering plaguing the Middle East today are a direct consequence of these deve Key Words: Ideological hegemony, clash of civilizations, Islamophobia